Niyet Amelden Üstündür

Niyet, Amelden Üstündür
 
Gönlündeki hâlisâne ve samimî niyetle tasaddukta bulunan kişi; zâhiren verilmemesi gereken yerlere verdiği hâlde, Allah onu isabet ettirmiştir.
Sâmi Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin şu hâtırasında görmekteyiz:

Bir Anadolu yolculukları esnasında, bir kişi otomobilin önüne çıkarak Hazret-i Pîr’den sigara parası ister.

Bazı yol arkadaşlarının muhalefetlerine rağmen, Sâmi Efendi Hazretleri;

“–Mademki istiyor, vermek lâzım!” diyerek hiç düşünmeden etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı uzatıverir. Sevinçle parayı alan fakir, bir anda niyetini değiştirip;

“–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım.” diyerek oradan ayrılır.

Buradaki hikmet şudur ki;

Paranın kaderi, geldiği yere nisbetle gerçekleşir.

Helâlden kazanıldıysa, helâle ve infâka doğru gider.
Haramdan geldiyse, şerre ve harama harcanır. İnfak nasîb olmaz.
Kazancın menşei karışık ise, gittiği yer de öyle karışık olur.
GÖNLÜN KİMDE KARAR KILIYORSA
Şu kıssa, bu hakikatin en güzel ifadesidir.

Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî -rahmetullâhi aleyh-’e, ticaretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sorar.

O da;

“–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” buyurur.

Üstâdının yanından ayrılan talebe, yolu üzerinde dilenmekte olan bir âmâ görür. Gönlü ona ısınır. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verir. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ sevinçle hemen oradan ayrılır.

Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı, pek neşeli bir sûrette başka bir âmâ ile konuşurken görür. Âmâ hem de öylesine neşelidir ki, yanındaki arkadaşı ile aralarındaki konuşma, bu sebeple uzak mesafeden dahî rahatlıkla duyulacak derecede yüksek perdeden gerçekleşmektedir. Talebe de gayr-i ihtiyârî şu cümlelere kulak misafiri olur:

“–Biliyor musun, dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de hiç vakit kaybetmeden meyhâneye gidip bir güzel demlendim…”

Duyduğu bu ifadeler talebenin çok canını sıkar. Doğruca Ebû Abbâs Hazretleri’nin huzûruna varır. Hâdiseyi tam arz edecektir ki, Ebû Abbâs Hazretleri onun konuşmasına fırsat dahî vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzatıp, önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi vermesini tembihler.

Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi derhal îfâ etmek üzere oradan ayrılır. Kendisine tembihlendiği gibi, karşısına çıkan ilk kişiye o akçeyi verir. Ancak içini kemiren büyük bir merakla, o şahsı takibe koyulur. Adamcağız, biraz ilerideki bir harâbeye girer. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkarıp yere bırakır. Tam oradan ayrılacaktır ki, talebe önüne geçip sorar:

“–Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın ölü keklik de neyin nesidir?”

Adamcağız, kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce heyecandan kekeleyerek şunları söyler:

“–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk-çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Bu ızdırap içinde kıvranırken; senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor;

«Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!» diye niyâz ediyordum ki, sen karşıma çıkıp o bir akçeyi verdin. Ben de Rabbim’e şükrederek, yenilemeyecek durumda olan o kekliği bu mezbeleliğe bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin bir akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım…”

Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhâl Ebû Abbâs Hazretleri’nin yanına gelir. Hazret-i Pîr, yine talebesinin bir şey söylemesine mahal vermeden şöyle buyurur:

“–Evlâdım! Demek ki sen, kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de verdiğin muhtaca dikkat ettiğin hâlde, zekâtın şaraba gitti.

Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukabil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesi de, onun helâlliğinden kaynaklanmaktadır…”

Bu hâlin mânen îzâhı sadedinde şu hadîs-i kudsîdeki hakikati hatırlayabiliriz:

“Kulum, Bana en çok kendisine emrettiğim farzları îfâ ederek yaklaşır. Farzlara ilâveten işlediği nâfile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder; nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben, âdeta onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den ne isterse mutlaka veririm, Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)

Ârif zâtlar;

“Sen çıkınca aradan, kalır seni yaratan.” buyurmuşlardır.

İradesini Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine râm eyleyen gönüllerin tasaddukları da, Hak Teâlâ tarafından isâbetli bir şekilde yerini bulur.

Bu yayınları beğenebilirsiniz